İstanköylü olmak...
 
İstanköylü olmak. Ben İstanköylü’yüm diyebilmek...
Şiirlerdeki gibi; “Orda bir ada var uzakta, orada doğmamış olsamda, 34 yaşıma kadar görememişsemde, o ada benim adam, o ada bizim adamız”.
Okulda ve çevremde nereli olduğumu sordukları zaman, İstanköylü’yüm derdim. Bir kaç saniyelik sessizlikden sonra, “ Orası neresi? “ diye sorular gelirdi. İstanköy, Bodrum’un karşısında, şu anda Yunanistan sınırları içinde bir ada diye cevap verirdim. Yunanistan’da dediğim zaman sonuçlarına da katlanmak gerekmekteydi çoğu zaman. Çocukluk acımasızlığıyla bazen Yunanlı olmakla suçlanırdım. Bu tepkileri bertaraf etmenin en kolay yolu, memleketimi değiştirmekti. Bende öyle yaptım. Bazen Bodrumlu, bazen İzmirli, bazen Muğlalı , bazen İstanbullu oluverdim. İstemeyerek.
Ama ben yine de İstanköylü'yüm. Adamın o'nu ilk görüşümden önce, bende böyle bir tutku uyandıracağını hayal bile edemezdim.
Haluk Şahin Bey “Bozcaada Kitabı”’nda “ Adalı olmak ayrıcalıktır.” diyor. Adada ev alan, sadece o eve değil, tüm adaya sahiptir. Ne kadar güzel ifade etmiş. Bozcaada genel olarak Ege Denizi’ndeki tüm adalar için ideal bir örnek. Tarihi, bitki örtüsü, coğrafi yapısı. İstanköy’e, Bozcaada’nın biraz büyük ölçeklisi denilebilir. Zaten Bozcaada ve İstanköy’ün tarihsel yazgıları da çok farklı değil. Savaşlar, işgaller, sürgünler ve göçler...
İstanköy; büyüklerimden ve diğer İstanköylülerden tariflerini işittiğim, hikâyelerini dinlediğim,  geceleri rüyalarımda hayallerini kurduğum, masalsı bir yer, benim atalarımın toprağı idi. 2001 yılında adayı ilk ziyaretimde, anlatılanların hiç de abartılmadığını gözlerimle gördüm. Çocukluk çağı hayalleri, siyah beyaz resimler, anılar şimdi karşımdaydı. Bir  masal da yaşıyor gibiydim.
Bizi adaya götüren feribotun, Bodrum limanından ayrılışından adaya varana kadar geçen her saniye bir fotoğraf karesi şeklinde hala gözlerimin önünde. Adaya ilk ayak basışım, kalenin ve arkasındaki cami minarelerinin suluetleri. Evet, nihayet atalarımın vatanımdayım. Bu günübirlik ziyaret, bir öncü harekat idi. Kuzenimin ısrarına rağmen ondan gizlemeye çalıştım adaya geldiğimizi. Çünkü bu sadece bizim yaşayacağımız bir anı olmalıydı. 
Ayaklarım ve hislerim alıp götürdü beni bir taraflara. Karşıma birden antik kalıntılar içinde tek başına kalmış bir taş ev gözüme takıldı. Daha önce Ayvalık’ta da benzerlerini gördüğüm türden. Dakikalarca bakakaldım eve ve önünde oturan yaşlı nineye. Yadırgadım, sanki ada içinde izole edilmiş bir bölge. Zaman tünelinde unutulmuş bir nokta. Sonra o teknoloji harikası cep telefonunun uyarısı bozdu hayallerimi. Kuzenim kızgın şekilde soruyordu nerede olduğumuzu. Ve buldu bizi. Şimdi o oldu artık bizim kılavuzumuz. Aynı gün öğrendim, o gördüğüm evin neresi olduğunu. Büyük dedemin kendi elleriyle yaptığı, annemin, teyzelerimin ve dayılarımın anılarıyla dolu, dillerden düşürülmeyen “Liman Evi”’ydi. İşte o an anladım, beni oraya çeken şeyin ne olduğunu.
Ada ile bu ilk temasımda annem’i ve babam’ı da, 34 yıl aradan sonra memleketlerine kavuşturuyordum. Tek başlarına bıraktım onları, adalarıyla hasret giderirken. Bir hafta boyunca ayakları şişe şişe, ağrıya ağrıya her saniyeyi her dakikayı adalarıyla birlikte doyasıya yaşasınlar istedim.
30 yıl önce bırakıp gittikleri arkadaşlarını, komşularını buldular. Geçmiş yılların hasretiyle özlemlerini gidermeye çalıştılar. Annemlerin komşuları da unutmamıştı onları. Çocukken okulda yaşadıklarını, hatıralarını, komşuluk anılarını tekrar tekrar anlattılar. “Neden bırakıp gittiniz buraları bizleri ?” diye sitem ediyorlardı, “Sizden sonra, sizler gibi komşularımız dostlarımız olmadı, sizleri çok özledik!” diyorlardı. Doyasıya, uzun yılların özlemiyle bir çırpıda geçen yıllarda olanları anlattılar bir birlerine. Yine görüşmek üzere diyerek vedalaştılar.
Annem doğduğu eve gitti. Evin yerinde bir kütüphane yapılmıştı. Ama salıncağını kurduğu ağaç hala oradaydı. Belki tekrar gözünde canlandırdı, koşuştuğu bahçeyi, tırmandığı meyvelerini yediği meyve ağaçlarını, ders çalıştığı altında gölgelendiği avluları, oyun oynadığı arkadaşlarını...
Kolay olmamıştı annemleri adaya götürmek. Önce imkansız gibi geldi, hayalmiş gibi geldi. Hayal kırıklığı yaşamamak için önce nazlandılar. Sonra olsada olur, olmasada olur dediler. En büyük problemi pasaportları çıkartırken yaşadık. Yunanistan Konsolosluğu pasaportlarda doğum yeri olarak, adanın Türk dönemindeki değil, Uluslararası alanda kabul edilmiş isimlerinin yazılı olmasını istiyordu. Yoksa vize yok.... “Artık nasıl İstanbul’a Constantinipolis denmiyorsa, Kos’a da İstanköy diyemezsiniz” diyorlardı. Neyseki pasaport yazılırken bu isteğimize olumlu bakıp İstanköy’ün yanına “Kos”da yazılıverdi. Böyle Yunanistan kapısı, özlem kapısı açıldı.
Adaya her gidişimde farklı bir güzelliğini keşf ediyorum. Gezdikçe gördüm ve merak ettim, araştırdım. Sorularıma cevaplar aramaya çalıştım. Ama cevaplar orada değil İstanbul’da idi. Arşivlerde saklıydı.
Rahmetli anneannemin eski Türkçe yazılmış hatıra defterini okumak okumak için geceli gündüzlü öğrenmeye çalıştığım eski Türkçe sonunda bana yardım edecekti.
Önce ailemin geçmişini bilmeliydim. Nereden ve niçin gelmişlerdi İstanköy’e? Nasıl yaşamışlardı? Anneannemin eski Türkçe anılarını günümüz Türkçesine çevirirken sorularıma yavaş yavaş cevaplar gelmeye başladı. Bir anda kendimi Osmanlı arşivlerinde Salname ve Tahrir defteri ararken, Google’da tez ve İstanköy ismini araştırırken buldum. Ve nihayet iki önemli yapıt bana kılavuzluk etti. Birincisi eski Rodos Başkonsolosumuz Sayın Zeki Çelikkol’un yazdığı “İstanköy’deki Türk Eserleri ve Tarihçe”, ikincisi ise Mine Nart’ın hazırladığı Yüksek Lisans Tezi “XVI. Yüzyılda İstanköy, 1993” adlı yapıtlardı.  Bu iki eserin bana çok faydası oldu. Her iki değerli insana da yaratmış oldukları bu güzel çalışmalar için çok teşekkür ederim.
Ulaşabildiğim diğer tüm kaynaklardaki, İstanköy (KOS) ile ilgili tüm bilgileri burada bir araya getirmeye çalıştım. İnşaallah iki yılı aşkın araştırma, tercüme, derleme meyvelerini verir. “İstanköylüyüm” diyen herkesin aradığını bulabileceği, faydalanabileceği bir kaynak olur.
Mühendislerin ekonomist, bankacı, işletmeci, aşçı veya Başbakan olması yetmiyormuş gibi, şimdide tarihe el attık. Haydi kolay gelsin.
Esasında İstanköy’ün tarihi diğer tüm Ege Adaları ile özdeşdir. Aynı kaderi paylaşmışlar.
Her adalı burada kendi tarihinden kesitler bulacakdır.